Abonelik Facebook sayfamız

Page
: 936
Article : 91
Size : 2 x 11,2 x 8 inch
ISBN : 975-6782-36-6
Binding : Hardcover
Lang. : Turkish
  
   

Eski Türklerde Toplum ve EkonomiA. Sosyal GeleneklerB. ToplumC. EkonomiEski Türklerde Düşünce, Din ve BilimA. Düşünce ve DinB. BilimEski Türklerde Dil ve EdebiyatA. Eski Türk Destanları ve MitolojisiB. Eski Türklerde DilC. Eski Türklerde YazıD. Eski Türklerde EdebiyatEski Türklerde Kültür ve SanatA. Arkeolojik Kültür ve Sanat



 Osmanlı
 The Great Ottoman Turkish Civilisation
 Genel Türk Tarihi
 The Turks

   
 

Introduction Foreword Preface Table of Contents Sample Articles Reviews Media and Us

Dünyanın en eski ve köklü kültür ve medeniyetlerinden birisini kuran Türkler, zannedildiği gibi sadece atlı-göçebe ve konar-göçer unsurlardan meydana gelmiyordu. Türk kültürü, elbette Türklerin Orta Asya’da atlı-göçebe bir hayat yaşadıkları çok uzun bir tarihî dönemde atılan temeller üzerinde gelişmiştir. Bu kültür, yabancı kültürlerin etkisinden uzak olup, hem unsurları hem de bütünü bakımından orijinal ve dinamik bir kültürdür. Eserin bu cildinde, eski Türklerin kültür ve medeniyetlerinin tahliline devam edilmiş; Eski Türklerde “Toplum ve Ekonomi”, “Düşünce, Din ve Bilim”, “Dil ve Edebiyat”, “Kültür ve Sanat” başlıkları altında bu benzersiz “bozkır kültürü” ilk olarak derinlemesine incelenmiş ve konuya farklı cephelerden bakılarak geniş değerlendirmeler yapılmıştır.

Burada hemen belirtelim ki, Türk karakterinin, hayat tarzının, dünya görüşünün ve kültürünün oluşumunda, Türklerin ilk anayurdu olan Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartlarının önemli bir rolü bulunmaktadır. Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları, besicilik yapmaya olduğu kadar tarıma imkân vermemiştir. Bu da Türkleri başlangıçta konar-göçer bir hayat yaşamaya zorlamış; böylece Türk bozkır kültürü doğmuş ve gelişmiştir. At ve koyun sürülerine her mevsimde taze ot ve su bulabilmek için devamlı yer değiştirmek gerekiyordu. Bundan dolayı Türk boylarının hayatı, “kışlak” ve “yaylak” arasında düzenli gidip gelme şeklinde geçmekteydi. Bu hayat tarzının en belirgin özelliği ise “kuvvet, hareket ve sürat” idi.

Göçebelik denince, akla ilk olarak, ilkel bir kültürü temsil eden ilkel bir hayat gelmektedir. Halbuki, atlı-göçebeliğin ilkel göçebelikle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bunlar, birbirinden tamamen farklı birer hayatı ve kültürü temsil etmektedirler. Burada, her iki hayat ve kültür arasında yapılacak küçük bir karşılaştırma, bu farkı açık bir şekilde gösterecektir. İlkel göçebelikte üretiliciliğe dayanan ekonomik faaliyet hemen hemen yoktur. İlkel göçebe sadece toplayıcılıkla geçinmektedir. Halbuki, atlı-göçebelikte ekonomi, hayvancılık gibi sağlam bir temele ve kaynağa dayanmaktadır. Daha doğrusu, atlı-göçebe üreticidir. Elde ettiği ürünlerden hem kendi ihtiyacını karşılamakta, hem de ihtiyaç fazlası mallarını satarak ekonomisinin eksiğini tamamlamaktadır. Öte yandan, ilkel göçebelikte vatan, millet ve devlet fikri hiç yoktur. Atlı-göçebelikte ise, vatan, millet ve devlet fikri pek erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Zira, Orta Asya’nın alabildiğine elverişsiz tabiat ve iklim şartları, Türk’ü sıkı bir işbirliğine, dayanışmaya ve teşkilâtlanmaya zorlamıştır. Ayrıca, büyük sürülerin sevk ve idaresi de Türk’ü teşkilât, emretme ve hâkimiyet fikrine hazırlamış, ona bu hususta son derece önemli bilgiler ve beceriler kazandırmıştır. Böylece Türkler, pek erken çağlarda Orta Asya’ya hükmeden büyük devletler kurarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Hatta bununla da kalmamışlar; Orta Asya dışında göç ettikleri ve yayıldıkları yerlerde de teşkilâtçılık yeteneklerini göstermişler; yerli halk üzerinde hâkimiyet kurarak, yeni yeni siyasî teşekküller meydana getirmişlerdir. Daha da önemlisi, hâkimiyetleri altına aldıkları topluluklara “vatan, millet ve teşkilât” fikrini aşılamışlardır. Meselâ Slavlar, Türkler ile karşılaşıncaya kadar vatan, millet, teşkilât fikrinden mahrûm ilkel bir kavim idiler. Slavlara teşkilâtlanmayı ve kendilerini savunmayı öğreten Bulgar Türkleridir.

Eski kültürleri ve medeniyetleri inceleyen büyük İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee’nin atlı-göçebe hayat hakkında vardığı hüküm şudur: “Göçebenin hayatı, hiç şüphesiz insan maharetinin bir zaferidir” . Bu hususta Viyana ekolünün en büyük temsilcisi Wilhelm Koppers de aynı sonuca varmıştır: “Vatanı İç Asya olan Türklüğe, atın ilk ehlileştirilmesi ve bununla ilgili olarak karakteristik bir çoban kültürünün yaratılması, kâfi emniyetle atfedilebilir. Bunun mânâsı: insanlık tarihinde ilk defa olmuş bir başarıdır, öyle bir başarıdır ki, kavimlerin ve kültürlerin gelişmesinde kendine özgü sonuçlar doğurmuştur”. Görüldüğü gibi, “atlı-göçebe hayat” yüksek ve ileri bir kültürü temsil etmektedir. Atlı-göçebe bir hayat yaşayan Türklerin, bugünkü medenî milletlerin daha ortaya çıkmadıkları bir çağda arka arkaya büyük devletler kurmaları, onların, şüphesiz, yüksek kültür seviyesine ulaşmış olduklarının en belirgin göstergesidir. Zira devlet, yüksek ve ileri kültürlerin bir ürünüdür.

Türklerin atlı-göçebe bozkır kültürü, ilk dönemlerden sonra da devam ederek Anadolu yörüklerine kadar intikal etmiştir. Bununla birlikte sürat, teşkilâtlanma, devlet kurma ve hüküm sürme özellikleri de süregelmiştir. Ancak, özellikle İslâmiyeti kabul edişlerinde sonraki devrelerde bozkır kültürünün dinamizmine şehirli yerleşik kültürün ilâve edildiği ve hızla geliştiği görülmektedir. Türkler, bozkır kültürünün sembolleştiği Türk Hakan şehri Orduğ’dan sonra Balasagun, Etil, Beşbalık, Özkent, Yenikent, Kazan gibi şehirler kurmuşlar; Merv, Belh, Buhara, Semerkant gibi birçok şehirleri de en parlak dönemlerine yükseltmişlerdir. XI. yüzyıldan sonra ise üç kıtada dünyanın en önemli şehirli medeniyetini, bozkırın atlı-göçebe kültürel hareketliliğini değiştirmeden birlikte yaşatmışlardır.

Eski Türk kültürünün seviyesini, Türk dinî inancı üzerinde de tespit etmek mümkündür. Bilindiği gibi, eski Türk dinî “Gök Tanrı” inancına dayanmaktaydı. Gök Tanrı inancı da, tek Tanrı düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Başka bir deyişle, bu inancın merkezinde yaratıcı varlık olarak tek Tanrı vardı. Bu da, eski Türk inancının semavî dinlerle benzer yönlerinigöstermektedir. Gök Tanrı, tıpkı semavî dinlerin yaratıcı yüce varlığı gibi sınırsız bir güce ve evrensel bir özelliğe sahipti. Burada hemen belirtelim ki, tek Tanrı inancına bütün Türk toplulukları değil, ancak Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar gibi yüksek kültüre sahip olan ve büyük devletler kuran Türk toplulukları ulaşabilmişlerdir.

Türk dili de, çok erken çağlarda gelişmiş ve bir kültür dili haline gelmiştir. Türk topluluklarına ait, V- XVI. yüzyıllar arasında, kendilerine has alfabe ile yazılmış birçok belge bulunmuştur. Bunların en önemlisi Göktürk devlet yazıtlarıdır. Göktürk yazıtları, edebî Türkçe’nin başlangıç devresini teşkil etmektedir. Türk dilindeki Göktürklerle başlayan gelişme, Uygurlar ve Karahanlılar ile devam ederek doruk noktasına ulaşmıştır. Bu durumu ünlü Türkolog Max Müller, şu şekilde belirtmiştir: “Türk grameri, şekilce hayret verici bir güzelliğe maliktir. Özellikle, fiil, isim vesaire gibi dil unsuru değişmelerindeki uyum ve düzen, nihayet dilin bütün yapısında beliren sadelik ve açıklık, insan zihninin ve ruhunun dilde ne kadar yükseğe çıkabileceğini göstermektedir.” Türkçe, tarihin geçmiş bütün dönemlerinde en erken gelişen ve geniş coğrafyalarda geçerli olan en büyük dil olmuştur. Çince’ye ve Hint-Avrupa dil grubuna kıyasla türeme ve gelişmeye daha uygun olan Türkçe, geçmişte çeşitli devirlerde en çok konuşulan dil olarak tarih sahnesinde yerini almış; yazı dilinin gelişmesi konuşma diline göre daha yavaş olduğundan, Türkçe konuşulan coğrafyada İslâm öncesi dönemde Çince ile, İslâmî dönemlerde de Farsça ve Arapça ile karşılıklı etkileşim içinde olmuştur.

Türklerin, İslâmiyetten önceki dönemde, kendilerine özgü bir sanat anlayışları vardı. Bu sanat, tıpkı Türk hayat tarzında olduğu gibi, Orta Asya’daki tabiatın ve iklimin etkilerini üzerinde taşımaktaydı. Meselâ, Türk’ün hayatında önemli bir yer tutan gökyüzünün şekli, önce çadır yapısına yansımış ve Uygurlardan itibaren bu model, türbe ve kubbe şeklinde mimarî eserlerde etkisini devam ettirmiştir. Uygurlardan günümüze, bu tarihî gelişmeyi gösteren saray, tapınak ve türbe türünden birçok mimarî eser ulaşmıştır.

Türk sanatının bir diğer özelliğini de, eski Türk resim tarzında görmek mümkündür. Kayalar, anıtlar, mezar taşları, keçeler, halılar, kilimler ve çeşitli süs eşyaları üzerinde görülen resimler, genellikle tabiî ve gerçek şekilleriyle değil, şematik bir hale getirilmek suretiyle, yani stilize edilerek (üsluplaştırılarak) işlenmiştir. Türkler, Orta Asya’daki devamlı mücadele içinde geçen hayat tarzlarını bu resimlere de yansıtmışlardır. Meselâ onlar, yaptıkları hayvan resimlerini yalın halde değil, genellikle birbirleriyle mücadele eder, yani boğuşur bir vaziyette tasvir etmişlerdir.

Bu kısa açıklamadan da anlaşılacağı gibi, Türk kültürü, temelleri sağlam ve dinamik bir kültürdür. Statiklikten uzak ve gelişmeye açıktır. Yabancı kültür unsurlarını içine alıp, kendisine mâl ettiği gibi, birçok hususta yabancı kültürleri de etkilemiştir.



About Us | Ottoman Project
Turkish-History | Other Publications | Symposium
Contact Us | Search | Links

Copyright © 2013 Yeni Turkiye