Küreselleşmeden sıklıkla bahsedilen günümüzde, tarihçilerin ülkelerin düşünce hayatını konu alan çalışmalarında ortak bir hareket noktası görünmektedir. Kültür ve aidiyet yaklaşımları ile ülke veya halkların düşünce hayatı İslam medeniyeti, Uzak Doğu ya da Batı medeniyeti gibi belirli sınıflar içerisinde ele alınmakta bu da, nihai tahlilde, araştırmacıları dar bir bakış açısı kullanmaya iterek incelenen konunun zenginliğini kısıtlamaktadır. Öte yandan bu tür bir yaklaşımın kaçınılmaz sonucu, özellikle XIX. yüzyılda yaşanan siyasi gelişmeler neticesinde üstünlüğünü kabul ettiren Batının düşünce alanında da liderliği ele geçirdiği, dolayısıyla da her farklı medeniyetin ıslah arayışlarının bir müddet sonra kendiliğinden batılılaşmaya yöneldiğidir. Ancak batılılaşma ve modernleşme arasındaki paradoks hala çözülemediği gibi, modernleşmenin batılılaşmanın bir kılıfı olup olmadığı tartışması da bitmemiştir.
Osmanlı düşünce tarihi masaya yatırıldığında, bu durumun daha da karmaşık bir yapıya büründüğü görülebilir. Bunun başlıca sebebi, özellikle Türk tarihçileri arasında söz konusu alanın salt Osmanlı Devleti'nin reform hareketlerine giriştiği dönemden başlatılarak incelenmesi eğilimidir. Bir başka deyişle, XVIII. yüzyıl öncesi yok sayılmaktadır. Oysa Osmanlı düşünce hayatının mihenk taşı olarak salt reform dönemini ele almak sadece bir haksızlık değil aynı zamanda önemli çarpıtma ve yanlış anlamalara sebebiyet verecek bir hatadır.
Osmanlı düşüncesinin oluşumunda etkisi olan medeniyetlerin hangisi olduğu sorusu uzun zamandır Osmanlı tarihçilerinin zihinlerini meşgul etmektedir. Çünkü geçmiş medeniyetlerin izlerinin kuvvetli bir şekilde görüldüğü çok geniş bir coğrafyada yüzyıllarca akıl almaz bir dinamizm ile hareket eden Osmanlı devletinin ve toplumunun düşünce dünyasının varlığı ve oluşumu merak konusu olmuştur. Ancak çalışmalar henüz Osmanlı düşüncesinin oluşumunu kavramamıza yetecek boyutlara ulaşmamıştır. Bunun güçlüğü ortadadır. Zira Osmanlı düşüncesi İslam kaynaklı olarak başlamış, fakat diğer düşünce sistemlerinin odak noktasında olmasından dolayı büyük ölçüde onlardan etkilenmiştir. Halbuki Osmanlı düşüncesi İslam düşüncesinin çıktığı ve olgunlaştığı atmosferin oldukça dışındadır. Aynı şekilde Bizans'ın da batı düşüncesini temsil etmediğini kabul edersek, hıristiyan düşünce coğrafyasının da dışındadır. Bu nedenle Osmanlı düşüncesinin oluşumunda devletin kurulduğu dar çevreden çok Orta Doğunun etkili olduğunu kabul etmek daha uygun olsa gerektir.
Nitekim kuruluş döneminde Osmanlı düşüncesinde öncülük yapanların hemen tamamı bu coğrafyadan gelmiştir. Osmanlı kuruluş felsefesini değerlendiren yazıların yer aldığı ilk bölüm bu düşünceyi desteklemektedir. Öte yandan mevcut düşünürleri sağladıkları hür düşünce ortamıyla kazanan Osmanlılar, kısa bir zaman sonra ayrı bir Osmanlı düşüncesinin gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bu gelişme sayesinde XIV. yüzyıldan itibaren Osmanlı Beyliği'nin hakimiyetini meşrulaştırmaya dönük pratik düşüncenin de olgunlaştığını ve bunun zamanla Osmanlı Cihan Hakimiyeti mefkuresine yer verdiğini söyleyebiliriz. İkinci bölüm bu düşüncenin mahiyetini ve gelişen batı karşısındaki çözülmesini ,ele almaktadır.
Osmanlı Devleti'nin diğer devletlere nazaran Batı'yla ilişkilerinde "nev' i şahsına münhasırlığı", akültürasyon olarak adlandırabileceğimiz iki medeniyet arasındaki gündelik ilişki ve iletişimin henüz bir beylik olarak kurulduğu dönemden başlayarak bütün hızıyla XX. yüzyılın başına kadar sürmüş olmasıdır. Osmanlı düşünce hayatındaki kırılma noktası ise, iddia edildiği (ya da farklı kaygılarla incelendiği) gibi modernleşme ya da batılılaşma değil algılamadaki değişimlerdir. Cihan hakimiyeti mefkuresi konusunda yaşanan hayal kırıklıkları başından sonuna kadar Osmanlı düşünür ve idarecilerini ıslahat hareketlerini önce eski günlere dönüş, zamanla da devletin bekası için en önemli vasıta olarak görmeye sevkederek, batılılaşmanın bir amaçtan ziyade bir araç olarak kalmasının en büyük amili olmuştur.
Biz de bu nokta-i nazardan hareketle bu cildin tasnifinde Osmanlı zihniyetindeki dönüşümü Osmanlı düşünce hayatının "görünmez eli" olarak ele aldık. Osmanlı kuruluş felsefesiyle işe başlayarak, cihan hakimiyeti mefkuresinin nasıl ortaya çıktığını; sarsıldığı vakit de Osmanlı aydınlarının bunu nasıl algıladıklarını ortaya koymaya çalıştık. Çözülmeyle ilgili alt başlıkta, bazıları tarafından iddia edildiğinin aksine, Osmanlı aydınlarının hastalığın semptomlarının farkında olduğunu, ayrıca tedavi yöntemlerinin yetersizliği nedeniyle suçlamalarının da batı da dahil olmak üzere, dönemin Weltanschauung'undan ayrılmadıkları için yapay kaldığını belirtmek istedik. Modernleşme ana başlığımızda, kontrolün, Batı'nın sanayi devrimiyle girdiği değişimin rekabetine ayak uydurulamadığı için nasıl elden kaçtığını yansıtmaya uğraştık. Batı'yı diğerlerinden koparan iki olgunun, teknolojik gelişmelerin düşünceye kazandırdığı ivmenin ve iletişim araçları üzerindeki devrimin etkilerini tartıştık. Dünyada yaşanan gelişmelere koşut olarak, milliyetçilik akımının Osmanlı'da bir tepki ve son çare olarak nasıl yeşerdiğini inceledik.
Son bölümde ise, yıllarını Osmanlı tarihine vermiş üstadlarımızın, üzerinde ısrarla durduğumuz tarihsel süreklilik mefhumunun bir uzantısı olarak Osmanlı geçmişimizin Cumhuriyetimiz'e mirasını tartışmalarını istedik. Bu tartışmalar sonucunda yılların tabularının kalkmasını ve Osmanlı-Cumhuriyet çizgisinin artık bütünleşerek devam etmesini ümit ediyor ve diliyoruz.
Yeni Türkiye
|